31.12.2016

2016 biterken

Bir süredir tek dileğim gelen yıldan daha iyi geçmesi oluyor yeni bir yıla girerken ama nasıl oluyorsa her yeni yıl da bir öncekini aratıyor. Kişisel olarak daha berbat yıllarım da olmuştur ama böylesine toplumsal ve de dünyasal daha beter bir yıl görmedim ve umarım da bir daha görmem...

25.12.2016

krakow çevresi

 Krakow şehir olarak güzel olduğu kadar çevresi de ilgi çekici. İlk görülesi yer yüzlerce yıl boyunca Krakow'un zenginliğinin kaynağı olmuş ve şimdi de bir turistik cazibe merkezine dönmüş olan Wieliczka Tuz Madeni. Bireysel gezi mümkün olmadığından gider gitmez hemen yarım saatte bir düzenlenen ve katılmcı sayısı limitli olan turlardan en yakın zamandaki için biletlerinizi alın (misal biz yarım saat beklemiştik). Rehberli turların da fiyatları Polonya geneline göre biraz yüksek ama kesinlikle değiyor (ecnebi biletlerinin Leh vatandaşı biletlerine göre %50'ye yakın pahalı olduğunu da söyleyeyim). Bol bol merdiven inip çıkıp, koridorlardan geçerek yaklaşık 2 saatlik turda artık kullanılmayan tuz madenin duvarlarına nasıl tablolar işlendiğini (özellikle St King şapeli), nasıl heykeller yontulduğunu hayranlıkla izlemeniz garanti. Ulaşımı ise çok basit: merkez tren istasyonundan yarım saatte bir kalkan trene atlayıp son durak olan Wieliczka Rynek Kopalnia istasyonunda inmeniz yeterli.




Krakow yakınlarında bulunan ve ziyaretçi akınına uğrayan bir başka yer ise Auschwitz toplama kampı. Nazi ölüm makinasının bu en acımasız örneğini görmek insanlığın ne dip noktalar yapabileceğine şahit olmak açısından önemli. Görecekleriniz ise dehşet verici olacak, buna kendinizi hazırlayıp gittiğinizden emin olun.

Öncelikle bir müzeye dönüştürülen Auschwitz ve hemen yakınındaki Birkenau kamplarına ulaşmak da kolay değil. Toplu taşımayla 70 kilometer uzaklıktaki Oswiecim kasabasına ulaşmak uzun ve zahmetli. Buna karşılık çoğu tur ise sizi müze yönetiminin düzenlediği rehberli turlara sizi katıyor. Kampa girişler ücretsiz olsa da rehberli turlar ücretli ve saat 10-15 arası sadece rehberli tura izin veriliyor. Okuduklarımdan ve gördüklerimden çıkardığım kadarıyla tek başına gezmek daha iyi çünkü gruplar çok kalabalık ve bazı küöük mekanlarda o kadar insanla beraber durmak insana fazlasıyla sıkıntı verebiliyor. Ve en önemlisi göreceklerinizi hazmetmek hiç de kolay değil, o sebeple kendi hızınızda gezmek bence en iyisi...

Nitekim meşhur "Arbeit Macht Frei" yazısının altından geçtikten sonra her biri başka bir sergiye dönüştürülmüş barakalarda kampta günlük yaşama, belgelere, öldürülenlerden kalanlara bakakalıyorsunuz. Birkenau'dan ise geriye pek bir şey kalmamış zaten...

22.12.2016

4.12.2016

krakow

Varşova ne kadar yeniyse Krakow o kadar eski, Varşova ne kadar soğuksa Krakow o kadar sıcak. Bunda en büyük etken uzun süre Polonya Krallığı'nın başkenti olması ve de Nazi işgalinde yıkılmadan kalması. Eski Şehrin merkezini oluşturan meydanı, 1241 Tatar istilasını haber verirken öldürülen borazancının anısına her saat başı fotoğrafta da görülen kuleden borazan çalınan St Mary Kilisesi, eski kumaş çarşısı ve etrafındaki binalar tüm seyahat boyunca olduğu gibi yine benim "eski zamanlara ilgi düğme"me basılmasını sağlıyor. Hemen meydanın altında yer alan ve gayet güzel filmler ve canlandırmalarla Krakow tarihini anlatan Rynek Yeraltı Müzesi de beklentileri fazlasıyla karşılıyor.

Meydandan kuzeye gidince hemen karşımıza Barbican ve eski şehir kapısı çıkarken  güneye gidince Vistül'e hakim Wawel Kalesi hemen kendine doğru çekiyor. İçerisinde birçok müze ve kilise olan Wawel'de tek girdiğimiz müze Nazi yağması sonrası evine dönebilen Da Vinci'nin Gelincikli Kadın tablosu oluyor. Eh ne de olsa Krakow'da karşınıza bir Da Vinci tablosu çıkmasıın beklemiyorsunuz...

Güneye doğru yürüyüşünüze devam ettiğinizde de eski Yahudi mahallesi Kazimierz'e geliyorsunuz, ki en gelinesi zaman cuma ve cumartesi akşamları. Nitekim bizim kaldığımız ev de burada ve biz pazar sabahı kahvaltı yaparken Leh gençleri bol alkollü bir akşam sonrası evlerine daha yeni gidiyorlardı. Kazimierz'den devam edip Vistül'ü geçince Krakow gettosuna ulaşmış oluyorsunuz. Şu fotoğrafın çekildiği meydanda şu an sadece sandalyeler var gidenlerin anısına, getto ise küçücük bir duvar parçasından ibaret kalmış. Zaten bir avuç Yahudi dışında eski sakinlerinden de kimse kalmamış...

Biz gitmedik ama olur sa siz şehrin doğu mahallelerine giderseniz bu sefer de Stalin'in çelik üretim projesi Nowa Huta'ya ulaşmış olursunuz. Lenin Çelikhanesi'nin çevresinde şekillenen işçi şehri şüphesiz ki Sovyetlerin yıkılması sonucu tamamen değişmiş, örneğin Lenin heykelinin bulunduğu meydanın adı  Ronald Reagan Meydanı artık...

20.11.2016

varşova-krakow yolu

Polonya'nın tren yolları Baltık ülkelerinin tersine gayet gelişmiş, sanayileşmiş bir Doğu Bloku ülkesi olmasının da etkisiyle. Ülkenin kuzeyindeki Gdynia'dan kalkıp başkent Varşova'dan geçip en güneydeki Krakow'a ulaşan hat da en modern trenlerin olduğu hat. Nitekim Varşova merkezdeki Wschodnia durağından Krakow'a ulaşmak 2,5 saat sürüyor. Trenler gayet rahat, her ne kadar internet olmasa da koltuklarda priz mevcut. Bir içecek de bedava.

Fakat o bileti almak biraz sıkıntılı. İnternetten alınca print etmek gerektiğinden gidip terminalden alayım diyorum fakat İtalya'nın aksine otomatlardan almak bir işkence. Bu durumda tek çözüm Sovyetik dönemden kalma bir sıraya girip yarım saat bekleyip de sıra gelince kısa kesilmiş saçları ve çat pat İngilizcesiyle yardımcı olmaya çalışan teyzelerle anlaşıp istediğiniz saate bilet almak.

Nitekim sonunda Krakow'un tren garı/otobüs terminali/AVM kombinasyonuna ulaşıyoruz...

13.11.2016

varşova


 Çok üzgünüm ama Varşova çok da güzel bir şehir gibi gelmedi bana. Bunda en büyük pay 1944 ayaklanmasında tamamen yıkılıp savaş sonrası da Doğu Bloku'nun bir parçası olarak yeniden inşa edilmesi. Eski Şehir ve kale aslına uygun olarak yapılmış İtalyan ressam Canaletto'nun tabloları temel alınarak ama bir yandan da Sovyetik bloklar dikilmiş, geniş caddelerle donatılmış ve şehrin yeni merkezi olarak da Stalin'in hediyesi Kültür Sarayı mihenk taşı olmuş.

Defalarca tarih sahnesinden silinip tekrar küllerinden doğan Polonya'nın başkenti elbette tüm o tarihini, acılarını, görkemini ve ünlü evlatlarını da en iyi görebileceğimiz yer elbette. Artık çok spesifik olmadıkça/alternatifi bulunmadıkça müze gezmelerini sınırlamış bulunuyorum, bu konu hakkında da üşenmezsem yazasım var. Bu sebeple Varşova'da bir tek Ayaklanma Müzesi'ni gezdik. 4 yıllık Nazi işgaline karşı Kızıl Ordu'nun yaklaşmasını da fırsat bilip ayaklanan Varşova Hitler'in emriyle yıkılır. Nitekim savaş bittiğinde şehirde sadece on bin kişi kalmış. İşte bu iki aylık süreci dökümanlar, videolar, interaktif ekranlar ve çok etkileyici bir filmle bu müzede görebiliyorsunuz.
 Eski bir imparatorluk başkenti olduğundan saraylar da var elbette Varşova'da. Bunların en meşhuru da Chopin heykelinin altında konserler verilen, gölünde kayıkla gezilebilen, çimlerinde sincapların koşturduğu Lazienki Park. Hava güzelse yarım gün zaman geçirilebilecek mutlaka görülesi bir yer.

Görülmesi gereken diğer yerlerse dünyaca meşhur Polonyalılara ait. Mesela Mikołaj Kopernik heykelini ve tarifini yaptığı Güneş Sistemi'ni gösteren meydanı görmemek imkansız. Hemen karşısında da Fryderyk Chopin'in kalbinin yer aldığı Kutsal Haç Kilisesi. Kilisenin hemen önünde siyah bir bank var, dikkat etmezseniz önünden geçip gidersiniz. Ama dikkat ederseniz ve üzerindeki düğmeye basarsanız birden Chopin'in notalarını duymaya başlarsınız. Nitekim bu banklardan Chopin'in hayatında yer tutan binaların önlerinde birer tane bulmak mümkün. Karşınıza çıkacak bir başka Polonyalı da iki ayrı dalda Nobel ödüllü Marie Skłodowska Curie. Güzel bir heykeli ara bir sokaktan Vistula Nehri'ne doğru bakmakta...




30.10.2016

trakai





Trakai, Vilnius'tan trenle yarım saatte ulaşılabilen bir sayfiye yeri. Litvanya Büyük Dükalığı'nın bu eski başkenti göl ortasındaki bir adada yer alan kaleye ev sahipliği yapıyor ve göl de özellikle haftasonları türlü çeşitli su aktivitelerine imkan sağlıyor. Ayrıca etrafta bol bol da fotoğraf çektiren gelin-damat ikililerine ve de bekarlığa veda toplantılarına denk geliyorsunuz.

Trakai'nin bir başka özelliği de Yahudi Türkler Karayların (Karaim) merkezi olması. Sayıları artık yüzlerle ifade edilen ve dilleri yok olma aşamasındaki Karay Türkleri'nin 1397 yılında dük Vytautas tarafından Kırım'dan getirildiği söylenmekte-o zamanlar Litvanya Büyük Dükalığı'nın Baltık Denizi'nden Karadeniz'e kadar yayıldığını da belirtmek lazım. Karaylar'ı merak edip araştırınca ilginç şeyler de ortaya çıkıyor. Zamanında geniş bir coğrafyaya yayılmış bu halk diğer Yahudi topluluklarından da farklı bir inanca sahip ve bu nedenle de soylarının devamı tehlikede. Türkiye'dekilerle ilgili şu yazıyı tavsiye ederim.

Tren istasyonundan göle yürüyüş onbeş dakika kadar sürüyor ve yol boyunca ahşap Karay evlerini görüyorsunuz, ayrıca karşınıza Karayca tabelalar da çıkıyor. Karay yemeği olan kıbın ve cantık yiyeceğiniz yerler de cabası. Hava güzelse göl kıyısında ve kalenin etrafında dolanmak keyifli, merak ediyorsanız Etnografya Müzesi de gezilebilir. Nitekim 2-3 saat gezmek için yetiyor Trakai'ye. Son bir not: bileti istasyondan değil de trenden alırsanız daha pahalı, ayrıca sadece nakit kabul ediyorlar gişelerin aksine.


16.10.2016

vilnius

Vilnius diğer Baltık şehirlerine göre biraz daha mütevazi, kaldırımlar daha dar ve bakımsız. Yine bir eski şehir var cazibe merkezi. Yine Arnavut kaldırımı sokaklarda dolaşmak çok zevkli. Fotoğrafta görülen Gediminas Kulesi şehre tepeden bakmak için iyi bir yer. Beyaz Vilnius Katedrali ile başlayıp, arada karşınıza çıkan kiremit rengi kiliseleri gezip en son da Ortaçağ şehrinin son görülebilen kapısı Şafak Kapısı'nın üzerindeki küçük şapelle bir dini tur da yapılabilir.

Vilnius'u diğer şehirlerden daha ilginç yapan yer ise ufak bir dereyi aşıp köprüden geçince karşınıza çıkan Uzupis. Tıpkı Metelkova gibi alternatif bir bölge olarak ön plana çıkıyor. Hatta kendilerine bir anayasa bile hazırlamışlar ve bunu 24 ayrı dilde yazıp sergilemişler. Merak edenleri şöyle alabiliriz.



2.10.2016

riga



Riga'nın eski şehri surların içinde hapsolmadığından (ne de olsa savaşlar sonrası yıkılmış) Hansa dokusu daha yeni binalarla biraz iç içe geçmiş durumda. Klasik bir Eski Şehir var ki burada lonca binaları ve rivayete göre ilk Noel ağacının süslendiği Karakafalar Evi (en üstteki fotoğraf) kiliseler ile birlikte Ortaçağ mimarisinin güzel örnekleri olarak karşınıza çıkıyor. Elbette yer yer Sovyetik dönem de işin içine karışmıyor değil. Mesela en başat örneği hemen Eski Şehri çevreleyen park ve kanalın tam orta yerinde bulunan Özgürlük Anıtı. Sonuçta bu Baltık'ın genel özelliği ama Riga'yı farklı yapan Art Nouveau binalar. Bunların kaynağı da meşhur yönetmen Eisenstein'in mimar babası. Kendisinin yüzyıl başından kalan eserleri Alberta ve Elizebetes sokakları boyunca görülebilir.

Şehirdeki bir başka enteresan yapı ise aşağıda görülen pazar yeri. Kendisi zamanında Almanlar tarafından zeplin hangarı olarak yapılmış. Zeplinin esamesi okunmadığı için de şimdi Avrupa'nın en büyük pazar yeri olma iddiasında.


Letonya 1918 yılında bağımsızlığını ilan ettikten sonra önce Nazi sonra da Sovyet işgaline uğrayıp uzun süre SSCB'nin içinde yer aldıktan sonra 1991 yılında tekrar bağımsızlığıa kavuşuyor. Tüm bu süreçleri ise girişi ücretsiz olan Letonya'nın İşgali Müzesi'nde görebilirsiniz.


26.08.2016

baltık ülkeleri arası ulaşım

İnsan eski Doğu Blok'u ülkeleri arasında yoğun bir tren ağı varlığını beklese de gerçek ne yazık ki öyle değil. Bu sebeple de Tallinn-Riga-Vilnius ve Varşova arasındaki yolculukları otobüsle yaptık. Yollar duble değil ve sık sık AB fonlarıyla yapıldığına dair tabelalarla karşılaşıyorsunuz. Genelde dümdüz orman ve kır manzaralı bir yol sizi bekliyor. Ve elbette sınırı geçtiğinizi anlamanız kolay değil.

Bu güzergahlarda hizmet veren birçok firma var. Fiyatları en uygun bulduğum Lux Express oldu. Bilet almadan önce üye olursanız ek indirimler de yapıyorlar. Koltuklarda dokunmatik ekran eğlence sistemi, priz ve beleş internet, ayrıca otobüste de sınırsız kahve var. Daha ne istenir? Üç Baltık başkentinin de otogarının bizdeki Anadolu otogarlarından hallice olduğunu da söylemek lazım.

21.08.2016

tallinn



Tallinn benim gibi mesaisinin bir kısmını Patrician 3'e vakfetmiş bir tarih meraklısı için tam bir rüya şehir; tıpkı Dubrovnik ve Toledo gibi. Limandan eski şehire yürümek mümkün. Günübirlik gelen turistler ve Finlandiya'dan daha ucuz olduğu için alışverişe gelen Finlerle inip Viru Kapısı'ndan şehre giriyoruz. Raekoja Plats şehrin merkezi ve meydanın etrafı lokantalarla dolu. Nitekim lokantaların da çoğu şekil olsun diye "eskiden atalarımız böyle yerdi" havasını vermeye çalışmış. Meydana çıkan sokaklardan gayet güzel korunmuş bu şehri kolayca gezebilirsiniz. Elbet yolunuz surlara varacak, o zaman da şehri ikinci bir duvar gibi saran parklarda vakit geçirebilirsiniz.

Yapılacak ikinci iş ise Toompea Tepesi'ne çıkmak. Aleksander Nevsky Katedrali, Parlemanto Binası, St Mary Kilisesi, Kiek in de Kök burada. Ayrıca seyir terasları da var ki gökyüzünün mavisini ve uzaklardaki Baltık Denizi'ni izlemek bile başlı başına keyif sebebi.

Surların dışında tren istasyonunu geçince iki katlı ahşap binalarıyla eskinin işçi şimdinin hipster semti Kalamaja var. Telliskivi ise eskinin tren istasyonu şimdinin mağazalar, restaurantlar ve barlar mekanı. Vakit kalmadığı için Kadriorg Sarayı'nı ve Lennusadam'ı göremedik, olsun...


18.08.2016

helsinki tallinn yolu


Baltık limanları arasında yoğun bir deniz ulaşımı var. Helsinki Tallinn arasında da birçok firmanın seferleri topu topu 2-2,5 saat sürüyor. Sabahın köründe fırtınalı bir havada önümüzü kesen kaz sürülerini aşarak limana atıyoruz kendimizi. Şansımıza Avrupa'nın en büyük feribotu Silja Europa'dayız. 9 katlı gemide kabinlerden duty freeye, canlı müzik yapılan barlardan restoranlara ne ararsanız var. Bizde bir köşeye geçip geminin internetinde takılıp sisler içerisinde Tallinn'e varıyoruz.

13.08.2016

helsinki


 Helsinki'ye indikten sonra trene binip şehir merkezine ulaşıyoruz. Tren İstasyonu'ndan itibaren o meşhur Fin Mimarisi'nin örnekleri adım başı karşımıza çıkıyor. Bir de sürpriz: yaz ortası münasebetiyle resmi tatil! Dolayısıyla her yer kapalı... Yiyecek bir şeyler bulmak umuduyla deniz kenarına iniyoruz. Nitekim şehri terk etmeyen Helsinkililer cümbür cemaat sahildeki parklara yayılmış. Bisiklete binen, çimlere yayılan, dondurma yiyen insanların ve üstümüzden geçen kazların arasından şehir merkezine kadar yürüyoruz. Limandaki pazar çoktan toplanmış, Uspenski Katedrali kapalı, Helsinki Katedrali'nin kapıları açık olsa da aşağısında uzanan Senato Meydanı bomboş. Saat ilerliyor, güneş bir türlü batmıyor ama etrafta da in cin top oynuyor. "Artık yeter" diyerek otele yürüyerek geri dönüyoruz çünkü hem memleket pahalı bir memleket hem de şehir küçük ve gayet yürünebilir. Gece yarısı oluyor hava hala aydınlık. Bir ara uykudan uyanıyorum gün aydınlanmış, saate bakıyorum daha sabahın beşi. Biraz daha uyuyorum.


Fin kafası çok enteresan. Bunun da iki örneği şehrin merkezine  kondurdukları küçük eliptik ahşap Sessizlik Şapeli ve kayaların içine yapılmış Temppeliaukio. Pazar günü ortalık biraz hareketlendiğinden hem bu ikiliyi görüyoruz hem de Esplanadi Parkı'nın ve limandaki pazarın kalabalığına karışıyoruz. Sonra tekneye atlayıp yaklaşık 45 dakika sonra Suomenlinna Adası'na gidiyoruz. İsveçliler tarafından 18. yüzyılda yapılan kale kompleksi bugün müzesi, restoranları, pikniğe gelenleriyle UNESCO listesinde. Gel gör ki hem zaman azlığı hem de tatil nedeniyle Ataneum ve Kiasma Müzeleri ile Kaurismaki kardeşlerin barı Kafe Mockba'yı göremeden güneye doğru ilerliyoruz. Belki yolumuz düşer bir daha...


25.07.2016

prelüd: uluslararası ukrayna havayolları

Sene başında şöyle güzelinden Helsinki'den girip Varşova'dan çıkalım dediğimizde en iyi fiyatları veren Ukrayna'nın bayrak taşıyıcı bu güzide havayoluna başvurduk. Ne de olsa fiyatları THY'nin neredeyse yarı fiyatınaydı. Kiev aktarmalı olarak Avrupa'nın birçok noktasına hatta Bangkok ve New York'a gayet ucuza uçuyorlar. Bir low cost işletmeci olarak 4 saatin altındaki uçuşlarda size verdikleri sadece su ama menüden gördüğüm kadarıyla yemek ve içecek fiyatları abartı değil. Tek sıkıntı internet üzerinden check-in yaparken biraz uğraştırması.

Borispol Havaalanı ise rahat, adım başı şarj üniteleri var ve internet beleş (koskoca salona bir -1- priz koyup interneti yarım saatle kısıtlayan Lehlere selam olsun). Ayrıca duty freesi çok ucuz.

12.07.2016

bristol oteli





Seher vakti habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri
perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum
                           Varşova'da Biristol Oteli'nde
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
oysa karyolam tahtaydı dardı
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
oysa karyolası tahtaydı dardı
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu
oysa karyolalar tahtaydı dardı
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan
asansör bozulmuş yine
aynaların içinde iniyorum merdivenleri
belki yirmi yaşımdayım belki yüz yaşımdayım
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
üçüncü katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor sağ elimde kederli bir
          gül açıldı ağır ağır
Kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
şair Nikolas Gilyen Havana'ya döndü çoktan
yıllarca Avrupa ve Asya otellerinin hollerinde oturup içtikti yudum
          yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli mi olur çizmelerden
oluyordu onlarınki
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
hattâ Şopen Sokağı'nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde sıcak
            bir fırancala gibi
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
bana ilk ve belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve işte Kırakof şehrinde Kapris Barı
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cıgaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
                 benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
                                         senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem
          tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen Ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakıt hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
Yegelon Üniversitesi'nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dola-
            şıyor
bozmağa çalışıyor Kopernik'in Araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında rok end rol oynu-
           yor Katolik öğrencilerle
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı Nova Huta'nın
orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
      ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
Meryem Ana kilisesinde çan kulesinde saat başlarını çalan borozan gece
           yarısını çaldı
Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
                                       şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden öldürülmenin acısını
            düşündüm
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur
           iskelesi gibi arkada kaldı
seher vaktı habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi Pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
yağmurlar içindeydi Pırağ
sen yoksun
uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi Vıltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
bütün pencerelerde perdeler inik
tıramvaylar bomboş geçiyor
                                             biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
                            lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
                   ne kumaş ne kıristal ne et ne şarap
                   ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
                   ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi yalnızlıkta on kat
            artan ihtiyarlığın kederinden silkinmek için Lejyonerler Köprü-
            sü'nden martılara ekmek atıyor
                        gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
                        her lokmayı
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değilim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
Moskova'ydı üst ranzadaki belki
duman basmış Leh toprağını
                            Birest'i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar
Berlin'den  beri kompartımanda bir başımayım
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş Moskova'da
garda genç bir kadın beni karşıladı
beli karınca belinden ince
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler Çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı'nda yitirdim ansızın seni oysa
        ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
        sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
İstanbul'da Sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör ardında üç
              mavna
gak gak ediyor da vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara Kızıl Meydan'dan romorkörün kaptanına sesleneme-
              dim çünkü makinası öyle gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı
              yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara Kızıl Meydan'dan
görmedik
girdim giriyorum Moskova'nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var ama onlardan
            bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
Pırağ'da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm
          kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor
           önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
Bolşoy'a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
Kalamış'ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik'le tatlı tatlı
            konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri
            sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı geceyarısını Stırasnoy Manastırı'nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve Stırasnoy Alanı'na şimdi Puşkin Alanı kar yağmaya başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim

14.05.2016

buzluktaki son barbunya

Biraz önce geçen yazdan kalan buzluktaki son barbunya paketini de güzel bir yemeğe dönüştürdüm. Neden? Çünkü tezgahlarda yavaş yavaş bu senenin mahsülleri var. Daha almadım ne de olsa imkan varken haftada bir iç baklalı enginar yapmak lazım.

Bu sene de baharın gelişini mimozalarla açtık. İleride denize inen bir sokağın tam dirsek yaptığı yerde kocaman mimozanın sarılara bürünüşünü izlemek için hep yolumuzu oradan geçirdik, hatta bir pazar Ada vapuruna bile atladık. Derken Bebek'teki meşhur yapraksız manolya açtı, altında seyre daldık dökülene dek. Bu arada mor salkımlar ilk hoş kokulular olarak yerini aldı, denk gelirsek leylaklara da baktık. Erikle aram olmadığından çiçeklenmesini pek de heyecanla karşılamadım. Esas artık baharın geldiğini müjdeleyen de erguvanlar oldu. Bu sene biraz erken olmakla beraber, akasyaların açışı ise yılın en merakla beklediğim zamanıydı eskiden kalan bir alışkanlıkla. Kestanelerle birlikte onlar da sokakları beyaza bürüyüp sırasını savdı. Apartmanın karşısındaki boş araziyi ise önce papatyalar şimdilerde ise gelincikler kapladı. Sokak boyunca duvarlardan fışkıran aslanağızları ise dökülmüş, gördüm bugün. İlerideki meydanda iki iğde ağacı var, maşallah insanı çıldırtıyorlar kokularıyla her gece. Bahçedeki ıhlamur patlamak üzere, ev sahibi hemen toplamazsa birkaç gece de o çıldırtır bizi kokusuyla. Bunun arkası artık sıcaklar, bir tek o devasa yapraklı manolyalar çiçek açar. Eylüle gelince Rum İlkokulu'nun bahçesindeki çınarların yaprakları sararırken karşı binanın bahçesindeki oya ağacının çiçeklenemsiyle resmen sonbahar kapıdadır artık. Sonrası kış sonrası soğuklar sonrası kısa geceler. Elbet yine mimozaların açışına geleceğiz ta ki bu kısır döngü bir yerde kırılana kadar.

Bilemiyoruz ki acaba bu yaz yediklerimiz son barbunyalarımız mı olacak?

25.04.2016

16.02.2016

eksik bir şey mi var?

Bir süredir canım hiçbir şey yapmak istemiyor. O bir sürenin başlangıcı nedir ne zamandır onu da hatırlamıyorum. Böyle bir atalet, bir sıkkınlık. Eskiden olsa derdim ki "çok çalışıyorum, çok yoruluyorum, hep stres hep koşturma sebep belli" ama yok öyle bir şey.

Belki de sebebi gün geçtikçe bir hapishaneye dönüşen ülkede yaşamaya/yaşamak zorunda olmaya çalışmaktır. Her tarafından vasatlık akan memlekette abuk subuk insanların bol bol konuşmasını duymaktır. Tanıdıklar, eş dost yurtdışına kapağı atabilirken son fırsatları da bilmeden değerlendirmemektir ya da.

Belki de sebebi dibimizdeki savaşın artık ortasında kalmaya başlamamızdır. Kim bilir gün gelecek hayatta kalmaya çabalamak olacak en büyük derdimiz.

Belki de gayet aşikar olan ekonomik krizi yakından yaşıyor olmamdır sebep. Maaşımı bir ay gecikmeyle almak, hanımın yıllardır dışarıdan iş yapabiliyor olması, kardeşime gelen para akışının zart diye durması, topu topu üç beş şeye para verdiğim için onların fiyatlarındaki artışları yakından takip edebilmemdir.

Belki de yaşlanmaya başladığımı hissetmemdir. İki aydır ağrıyan omzum, zaman ilerledikçe bazı hislerin/imkanların geride kalmaya başladığını fark etmemdir. Ya da etrafımdaki insanları kaybedebilme ihtimalinin her geçen gün yaklaştığı gerçeğinin birden aklıma gelivermesidir.

Belki de şımarmış olmamdır sebep. Bol bol kitap okuyup oyun oynamak falan gözümü/zihnimi yormuştur,biraz ara versem yenilenmiş gibi mi olurum acaba?

Belki de hep ev hep İstanbul sıkmıştır da yazın iki haftalık bir tatil patlatsam kendime gelir miyim acaba?

Ya da belki de tek sebep toprağa düşen cemredir, birden kaldırımda karşıma çıkan sapsarı açmış mimozadır.